Bir Ortaçağ kentiyle ilk ne zaman tanıştınız?
Kalın duvarları, miğferli askerleri saklayan burçları, büyük kapıları, o kapılardan açılan asma köprüleri, köprülerin altından akıp giden ve tüm kaleyi çevreleyen bazen içi timsahlarla dolu sularla çevrili bir ortaçağ kalesini çocukken; büyük, yeşil, renkli-resimli bir ansiklopedi sayfaları sayesinde görmüş olabilir misiniz?
Ya da…
Bir Ortaçağ kentini, onun asli unsuru olan kaleyi ve onun içinde geçen yaşamı daha sempatik gösteren kanlı, çarpışmalı, savaşlı değil de romantik yönü ağır basan Robin Hood gibi filmlerde mi tanıyıp sevmiştiniz?
Son dönemin ‘taht kavgaları’ temalı dizilerinde daha da aşina olunan Ortaçağ kentleri ve elbette ağırlıklı olarak saray çevresi yaşamı ‘lavta-lute’ eşliğinde izlenir; bu dizilerde de tunikler, korse üzeri uzun elbiselerle gezinen soylular, geniş organize bahçeler, oda müzikleri, danslı şaraplı eğlenceli geceler bir yanda, pazar yerlerinde görülen basit, kirli, yamalı, bezden bluzlar, yünden pantolonlar ve deriden ayakkabılarıyla sıradan halk ise diğer yanda Ortaçağ sahnesini tamamlardı…
Dizilerden çıkıp, gerçek hayatın içine girdiğinizde ise…
Tıpkı benzerleri gibi kanalları, içindeki şirin tekneleri, kanal boyunca uzanan lego gibi rengârenk, şirin mi şirin evleri, evlerin arasından tüm ihtişamı ile aniden ortaya çıkıveren katedralleri, yeşillikler içinde telaşsız gezinen ya da ailecek bisiklet turuna çıkmış insanlarını şaşkınlıkla seyredebileceğiniz mesela Gent’in dar sokaklarında dolanırken, çok enteresan bir Ortaçağ şehir mimarisi gerçeğini de anımsayabilirsiniz…
Bu gerçek, sokakların düz değil de dolambaçlı olması, sokağın bir başından bakanın diğer uçtakini görememesi olabilir… Nedeni de elbette, zırt pırt düelloya girişip de aristokratlar kendilerini telef etmesin olacaktır!
Bu arada Gent’e kadar geldiyseniz, trenle bir saatte varacağınız daha da büyücek bir başka Ortaçağ masalı şehri, Brugge’ü (Brüj) de mutlaka görmelisiniz…
Kale duvarları, şatolar, Barbar istilalarından korunmak isteyen halkın, derebeyine, “sen beni koru, ben de senin için çalışayım” demesiyle ortaya çıkmış bir dönemin eseriydi… Koruyan-korunan ilişkisinde, derebeyi koruyan, duvarların arkasındaki halk da korunan idi. Ne zaman ki derebeyleri Haçlı Seferleri’nden dönememeye başladılar, koruyanın işlevi kalmadı. Barut icat oldu, kale duvarları yıkıldı. Nüfus artmaya, insanlar kalelerin dışına taşmaya, şehirler kurmaya başladı. Soylu, asker, din adamı, köylü, imalatçı olmayan yeni bir sınıf doğdu, burjuvazi bu dönemi şekillendirdi.
Bu yeni zengin sınıfın yaptırdığı evler, kiliseler, sanata verdikleri destekle (Başta Floransa olmak üzere İtalya’da Leonardo Da Vinci’yi destekleyen Medici ailesi gibi) doğuşuna neden oldukları Rönesans’la yarattıkları kentlerden eski Paris, Roma, Prag romantizmin başkentleri olarak sıralanabilir.
Lviv, Gent gibi minik ve sevimli iken; Regensburg taş köprüleriyle, Floransa açık hava müzesi olmasıyla cezbeder kâşiflerini.
İtalya’dan Fransa’ya, Almanya’dan Hollanda’ya…
Daha birçokları keşfetmenize hazır bekliyor sizi…
Sizin favori Ortaçağ kentiniz hangisi olacak acaba?
Not: Carcassonne’a yolunuz düşerse, Cité Kalesi ile belki Robin Hood’un macerası içine çeker sizi, belki de Uyuyan Güzel Masalı…