2018 yılının ilk ayını da geride bıraktık…
Ne çabuk geçti bir ay değil mi?
Gerçi, hangi ara 2018’e geldiğimiz de meçhul…
Sizin de etrafınızı yaş sorduğunuzda yaşını değilde doğum yılını söyleyenler aldı mı?
“Gençler için günler kısa, yıllar uzun; yaşlılar için günler uzun, yıllar kısa” diye düşünmeye başladınız mı yoksa?
Ve hatta gençleri de beğenmemeye başlayıp, nasihate de giriştiyseniz, ‘yaşlılık modu’nu açmışsınız demektir maalesef…
Her nesil kendinden öncekini beğenmemekle mesul sanki çünkü.
Bu bir ‘iç karartma’ yazısı değil, o yüzden hemen yaşlılık modunun altındaki ‘panik düğmesi’ne basmayın.
Öncelikle yaş ile ilgili takıntınız varsa -ki kimin yoktur- belirtelim ki Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 66-79 yaş arası artık ‘orta yaş’.
Bu veriyi cebimize koyduktan sonra bu yazı için bir tespite daha ihtiyaç var ki o da içinde yaşadığımız çağın ‘hız çağı’ olması.
İletişim ve haberleşme teknolojileri bu hızın içinde ‘yavaşlamaya’ fırsat bırakmadı…
Hız, ilişkileri de hayatın içindekilerini de ne varsa, takvim yapraklarını koparır gibi elektirkli süpürgenin çekiyor içine…
Hep bir şeylere geç kalma hissi, yetişememe ve bunların yarattığı kırıklıklar; ‘yeni yılda alınan kararlar’ın hiç devreye girememesi gibi hayata geçemeyen soluklanmalar…
Ne daha çok gitmek için söz verilen tiyatro, sinema, konser ve haftasonu gezmeleri gidilebilen…
Ne bırakılacak sigara, azaltılacak içki, verilecek kilolar…
En çok da ‘toplumsal konforu’ için razı gelinen mutsuz işler, hayatlar…
Katlanamayıp sıkılınan bir dünyadan, ‘kaliteli yalnızlıklar’a tercihli kaçış…
Hep aranan, annelerin pencereden sokağa seslenip, havanın karardığını hatırlatmasıyla eve çağırması ve oyun içinde zamanı unutmak gibi bir haklı arayış…
Bunu en son ne zaman yaşadınız?
En son ne zaman, zamanı unuttunuz?
Arasalar, “bir türlü rahat bırakmıyorlar” diye, aramasalar “bensiz de işler yürüyormuş” diye telefona bakarak girdiğiniz stresle yüklü bir tatilde mi?
John Coltrane ya da Chet Baker eşliğinde, aynı satırları üçüncü kez okuduğunuz bir kitapta mı?
Sahilde bir restoranda, bir yandan ‘büyük, kanlı, mavi ay’ı izlerken, bir yandan da neredeyse hiç konuşmadığınız sevdiğinize konu açmaya çalışırken mi?
Kızgın bir sobanın üzerinde bir saniye sürmüş saatler gibi değil de aşkımızla bir saniye sürmüş gibi saatleri bulmak için belki de fazla plan yapıyor, fazla enerji harcayıp büyük sonuçlar bekliyoruz.
Mutlu olmak için değil, ‘olmak’ için yarışıyoruz.
Ne başarı uğruna vazgeçilen hayatlar, ne de şükretmek ya da kaderine razı olmak olarak anlaşılabilecek bir kabullenişle ertelenen mutluluklar olmamalı hayatta…
Mutlu olduğumuz bir başarı, imbikten damıtılmış sade bir hayat lezzeti, her zaman her yerden, her şeyden alınabilir; bir yaşam amacı olabilir.
Neden bizi gülümsetecek, iyi gelecek, mutlu edecek 20 şeyi gün içinde, her gün yapmıyoruz ki gün mutlu geçsin diyelim?
Annenin sesini telefonda duymak da sevdiğin bir şarkıyı açmak da, sevdiğin kazağı almak da arkana yaslanıp derin bir nefes almak da…
Düşündükçe buluyoruz ne çok şey mutlu eder bizi, sonrasında düşünmeye de gerek kalmıyor mutlu olmak için, alışınca…
Sorunlarımızın büyüklüğünü, onların çapının değil, bizim o sorunları nasıl gördüğümüzün belirlediğini bir bilebilsek aslında, sorunlar da eriyip gidecek çoğunlukla…
Hayatın tadının, zamanı unuttuğumuzda ortaya çıktığı çok açık değil mi?
En son ne zaman zamanı unuttunuz?